27 Mart 2012 Salı

Palyaço

Etrafımızda birçok insan var. Bunların hangisinin maske kullanmadığını anlamak gittikçe zorlaşıyor.
Hepimiz aynı dünyada yaşıyor ve aynı havayı soluyorken
Bu üstün olma yarışı, bu kibir neden?
Sevgiyi karşımızdakinden bekliyoruz
Daha yüreğine sevgi tohumlarını ekmeden.
Kimsenin kimseye eyvallahı kalmamış artık ve herkes bir maske takıyor.
Kimi acılarını gizlemek için, kimi düşüncelerini saklamak.
Bazıları var ki, onlar içlerindeki zehri saklamak için en güzel maskeleri kullanıyorlar. 
Gülümseyerek akıtmaya başlıyorlar zehirlerini
Sonra yavaş yavaş damarlarda hissediliyor.
Bütün vücudu sardıktan sonra bu zehir
En tepeden en dibe bırakılıyor.
Kimse kimseye gerçekten gülümsemiyor bile artık
Sevmenin lafını etmiyorum.
Oysa ki ne çok sevmiştim seni, kendime eş bilmiştim.
Hani insan en çok kendine benzettiğini severmiş ya, ben de sende beni bulmuştum.
Maske olduğunu bilmiyordum yüzündeki bana benzeyen gülümsemenin.
Aklına geldim değil mi yine olmadık bir anda
Duygulanıyor musun yoksa, ne o,
Niçin bu yaşlar?
Ağlama palyaço, makyajın akar!

25 Mart 2012 Pazar

Love Me If You Dare

Çocuktuk, berrak bir çocuk. . .
Oyunlar oynardık hislerimizin arka bahçesinde,
Oyunlardan başka gerçeğimiz yoktu, zamanla gerçekleri oyun sanmaya başladık.
Oyunumuza kapılıp gerçekleri unuttuk.
Annemizin acılarını görmezden geldik, farklılıkları kabullendirmeye çalıştık.
Biz aslında gerçeklerle karşılaşmaktan kaçan birer korkaktık.
Nasılda cesur zannediyorduk oysa kendimizi, bir gün oyunumuzun son bulacağını bilmiyorduk.
Bu oyunda eğlenen sadece bizler miydik?
Acaba neden gülmüyordu bizden başkası, yoksa biz mi yok yere gülüyorduk?
Gerçekleri görmezden gelerek, güldürmeye çalışırken zorla kaderlerimizi
Unuttuk kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi.
Korkmaya başladık sonra,
Yazgıya yenilmeyecek sevdalar taşırken yüreklerimizde
Ne kadar da cesurduk oysa. . .
Çocukluğumuzda aptalca bir oyunla başlayan hikayemizi kaderimiz haline getirdik.
Sonunu bile bile devam ettik.
Aşklar sadece filmlerde güzel biterdi,
Sevgililer sadece masallarda mutlu sonu bulurdu,
Biz bunu çok geç fark ettik.
Birbirimizin yolundan çekildik sandık, yeni çelmeler taktık fark etmeden.
Her düşüşümüzde biraz daha güç bulduk birbirimizde.
Herkese ve her şeye inat bir araya getirebildik çılgın
Ve bir o kadar da çocuk kalan kalplerimizi.
Bedenlerimiz büyümüştü belki,
Belki kaybetmiştik el değmemiş masumluğumuzu,
Çocuklar büyütüyor olsak da,
Cesur bir çocuk vardı, yetişkin ve korkak görüntümüzün altında. 
Bir kez daha, ama bu sefer son kez oyunumuzu başlattık.
Yakamıza yapışan ellerden sıyırıp kendimizi, en kuytu köşeye kaçtık.
Kabul ettirmek zordu sevgimizi,
Bizler 'kocaman' insanlardık ve hayat 'onlara göre' bir oyun değildi.
Bu oyunu biz başlatmıştık, kendi isteğimizle
Ve yine biz bitirmeliydik.
Bu oyunun sonu öyle sıradan bitemezdi.
'Aşk' heykeli yapılabilecek somutlukta bir duygu değildi,
Biz ancak beton kalıbı olabildik.
Çocukken 'sataşma' dediğimiz şeye, büyüyünce 'baştan çıkarma' diyormuşuz,
Biz çok geç fark ettik. 
Yine de 'cesaretin var mı aşka?'

Jeux d'efonts-2003


18 Mart 2012 Pazar

Seviyorum İstanbul!

         Bir kuru toprak, iki yudum hava, rastgele alınan üç beş nefes, gerçekten yaşadığı yere benzer mi herkes? Sevgili bir şairin mendilinde kan sesleri, benim kulaklarımda İstanbul'un martı sesleri. Bir iniyorlar suya, bir kanatlanıyorlar. İstanbul burası evet, ölü toprağı serpilmemiş, taşı toprağı altın olan İstanbul. Herkes ekmek derdinde, karın doyurma çabası peşinde, martılar bile... 


         İnsan gerçekten yaşadığı yere benziyorsa eğer, Hoğaç'ın eteklerinde yaşayan çemen kokmaz mı? Doludizgin fışkıran bereketli pınarlar gibi cömert olmaz mı? Yama Dağı'nda yaşayan güneşin koyu kızıllığından tenini almaz mı? Hemşin'de yaşayan yeşile sevdalanmaz mı? Ya Kadirli'nin Vavaylı'sında açan nergisler gibi narin olmaz mı genç kızları? Olur... İnsan gerçekten yaşadığı yere benzemezse hiç olur. O yerin havasını, suyunu, iklimini bünyesinde taşımazsa yok olur. Velhasıl insanlar doğar, yaşar, ölür ve bazıları yirmi yaşında ölmüş olsa da seksen yaşında gömülür.

          Peki, İstanbul'da yaşayan nasıldır? Kimselere yar olmayıp bir tek Fatih'e öptürdü alnından. Dokunmasına izin vermedi yarın üstüne, ağyarın elini. İstanbul güzeller güzeli körpecik bir genç kız gibi süzüldükçe süzüldü, uğruna ne canlar öldü de kanlar döküldü. Hem çok güzeldi, hem çok tehlikeli. Yani şimdi böyle midir İstanbul'da yaşayanlar? Hem güzel hem de tehlikeli midir? Nazlı gülüşüyle çağırır da hırçın dalgasıyla boğar mı insanı?

         Tıklım tıklım binilen bir belediye otobüsü, sıcak, kalabalık ve en az bir saat sürek balık istifi yolculuk. Birbirinden şikayetçi söylenmeye başlayan insanlar, şoför hepsinden ayrı trafikle cebelleşmekte, dilinde yutkunmak zorunda kaldığı küfürler. Zor güç, bazen de kazalı belalı biter yolculuk. İnersin otobüsten toprağa basarsın aynı toprak, yukarı bakarsın aynı gökyüzü. Sonra iner Çengelköy'e güneşin batışını izlersin, işte o zaman hava da toprak da farklılaşıverir birden. Kadıköy'den bir vapura binersin, mis gibi deniz havası getirir saçlarını dağıtan rüzgar. Deniz dalgalandıkça yüreğin de dalgalanır. Bir hiddetlenir duyguların, cesaret bulursun, bir dinginleşir, uysallaşır her şeyi unutursun. Ayakların yerden kesiliverir. Ortaköy'de içtiğin bir bardak çay, alır da götürür seni maziye. aBir derin yarayı açıverir belki de.İlk sevgili,ilk ayrılık,ilk gözyaşı,ilk kaybediş...Bütün bu ilklerle atarsın kendini sarı ışıkların beşiği, kalabalık yalnızlıkların içine,İstiklal Caddesi'ne. Amaçsızca yürüye bileceğin yerlerden biridir burası da. Kendini attın mı bir kez kalabalığın kollarına, o zaten götürür seni gittiği yere. Ne soran olur sana istikametini, ne de bir tanıyan. Binlerce yabancı yüz, hepsinde İstanbul izleri...

          İstanbul'da yaşamaktan daha güzeli, İstanbul'u yaşamaktır aslında. Deniziyle, tuzuyla, midye dolmasıyla yaşamak. . . Bir kez ayak basan kopamıyor senden. Adımlarını saymayanı atıyorsun uçurumdan. Tabiri caizse feleğini şaşırıyor insan. Karanlık yüzüne, varoş semtlerine benzetiyorsun. Korkutucu ve sahipsiz. Tüm iyi niyetleriyle sana koşar adım geleni ise basıyorsun bağrına. Öpüyor gözlerinden boğazın iyi yakası dudakların. Bütün güzelliğini, ihtişamını paylaşıyorsun çıkarsızca. Düşünüyorum da bu yazılan tarih, bu anlatılan hikayeler, efsaneler az bile sana.

    Üsküdar'da kayaların üzerine oturup Kız Kulesi'ni izlemek bile yeter insana. Bakıp anımsarken bu genç kızın hikâyesini, âşık olmak isteyişleri olursun birden. Eğer İstanbul yaşanacaksa, tek bir yürekle yaşanmamalı. Birbirine bağlı iki yürek daha güzel yakışmaz mı? Kemerburgaz gibi coşturmaz mı gönlünü? Ben İstanbul'da yaşayıp, İstanbul gibi birini sevebilen insanlara hayranım. Yaşadıkları şehrin hakkını verebiliyorlar. Denize anlatıp aşklarını temizliyorlar kirlenmiş Marmara'yı.

       Hayata, insanlara, yıllara hatta şehirlere rağmen sevebiliyor olmak güzel şey. İstanbul'da yaşamıyor, hatta kısa süreli ziyaretler dışında hiç yaşamamış olsam da vazodaki gülü kurumaya, mektupları hep kapanan valizime bıraktım. Haydi, topla saçlarını Kız Kulesi, değmesin saçlarına rüzgâr. Ben de seviyorum İstanbul! Seviyorum, saçlarından Boğazı'na kadar!




17 Mart 2012 Cumartesi

Ömer'in Türküsü Urfalı'yam Ezelden Hikayesi

   
     Ömer...Urfa'nın yiğit delikanlısı, gözü pek, yüreği tunç Ömer. Başkadır o, yaratılışı bir başka. Sanki her şeyin en iyisi, en güzelini Ömer'e vermiştir Hak Çalap başta. Ömer biner atına, koştukça dört nala yer gök inler adeta. Atının bastığı toprak cana gelir sanki, tohum verir fidesi. Kimse meydan okuyamaz Ömer'e, ustadır o at binmede. Tozu dumana katar, yüreği şaha kalkar. 
       Bir de çetindir Ömer. Kılıcı kınına girmek bilmez. Namerdi çıktı mı karşısına hatır gönül dinlemez. Kılıcı kınından sıyrılır gelir, bileği sanırsın bükülmez bir demir. Cesurdur Ömer. Öyle cesurdur ki Urfa'da başka bir ananın oğlu daha yoktur onun gibi. Ömer de anası da dilden dile dolanır gelir, ne evlatlar var da Ömer gibisi dünyaya zor gelir.
       Ömersiz düğün dernek kurulmaz Urfa'da. Kimse Kimse halaya duramaz, Ömer gelip ayağını vurmadıkça o toprağa. Ne neşe olur, ne zılgıt olur. Ömer yoksa ne düğünler hiç olur. Ömer halaya durur, genç kızların zılgıt sesleri dört bir yandan duyulur. Yar olmaz da kimseye, nice türküler dökülür dillerde Ömer diye. Yusuf yüzlüdür o, gözleri uzaklara bakar, sanki yoldan gelecek yarini arar. Cevherini boynuna takar, savurduğu ulu çınar dalları gülüşüyle herkesin yüreğini yakar. 
        Başkadır Ömer, bir başka. Başını bağlaması bile farklıdır onca. Sırmalı puşu bağlar, puşunun kenarından püsküller akar. Yaşar dört dağ arasından, Ömer gülünce çatlamış nar düşer dalından. Dağlardan sel akar gibi, akar gözünden inci, Ömer'i seven bir değil ki. Yoluna serilir güzeller, başlarının üzerinde yer ederler. Ağalığa da paşalığa da razı gelirler. Onun yolunda ölmeyen mi kalır, bir bakışıyla canlar alır. Bir kez ölmeye razı olunur da, bin değil bir canı olduğundan insan utanır. 
        Yüreği güzel, türküsü güzel Ömer. 
        Mertliğiyle, cesaretiyle, duruşuyla, halayda asaletiyle, başındaki püskülüyle herkesin dilindedir. Urfa onun uğruna dize dize türküler söylemiştir. Urfa'da bir efsanedir yıllardır sürer. Hala okunmalara doyulmayan türküdür Ömer.