Bir kuru toprak, iki yudum
hava, rastgele alınan üç beş nefes, gerçekten yaşadığı yere benzer mi herkes?
Sevgili bir şairin mendilinde kan sesleri, benim kulaklarımda İstanbul'un martı
sesleri. Bir iniyorlar suya, bir kanatlanıyorlar. İstanbul burası evet, ölü
toprağı serpilmemiş, taşı toprağı altın olan İstanbul. Herkes ekmek derdinde, karın
doyurma çabası peşinde, martılar bile...
İnsan gerçekten yaşadığı yere
benziyorsa eğer, Hoğaç'ın eteklerinde yaşayan çemen kokmaz mı? Doludizgin
fışkıran bereketli pınarlar gibi cömert olmaz mı? Yama Dağı'nda yaşayan güneşin
koyu kızıllığından tenini almaz mı? Hemşin'de yaşayan yeşile sevdalanmaz mı? Ya
Kadirli'nin Vavaylı'sında açan nergisler gibi narin olmaz mı genç kızları?
Olur... İnsan gerçekten yaşadığı yere benzemezse hiç olur. O yerin havasını,
suyunu, iklimini bünyesinde taşımazsa yok olur. Velhasıl insanlar doğar, yaşar,
ölür ve bazıları yirmi yaşında ölmüş olsa da seksen yaşında gömülür.
Peki, İstanbul'da yaşayan
nasıldır? Kimselere yar olmayıp bir tek Fatih'e öptürdü alnından. Dokunmasına
izin vermedi yarın üstüne, ağyarın elini. İstanbul güzeller güzeli körpecik bir
genç kız gibi süzüldükçe süzüldü, uğruna ne canlar öldü de kanlar döküldü. Hem
çok güzeldi, hem çok tehlikeli. Yani şimdi böyle midir İstanbul'da yaşayanlar?
Hem güzel hem de tehlikeli midir? Nazlı gülüşüyle çağırır da hırçın dalgasıyla
boğar mı insanı?
Tıklım tıklım binilen bir
belediye otobüsü, sıcak, kalabalık ve en az bir saat sürek balık istifi
yolculuk. Birbirinden şikayetçi söylenmeye başlayan insanlar, şoför hepsinden
ayrı trafikle cebelleşmekte, dilinde yutkunmak zorunda kaldığı küfürler. Zor
güç, bazen de kazalı belalı biter yolculuk. İnersin otobüsten toprağa basarsın
aynı toprak, yukarı bakarsın aynı gökyüzü. Sonra iner Çengelköy'e güneşin
batışını izlersin, işte o zaman hava da toprak da farklılaşıverir birden. Kadıköy'den
bir vapura binersin, mis gibi deniz havası getirir saçlarını dağıtan rüzgar. Deniz
dalgalandıkça yüreğin de dalgalanır. Bir hiddetlenir duyguların, cesaret
bulursun, bir dinginleşir, uysallaşır her şeyi unutursun. Ayakların yerden
kesiliverir. Ortaköy'de içtiğin bir bardak çay, alır da götürür seni maziye. aBir
derin yarayı açıverir belki de.İlk sevgili,ilk ayrılık,ilk gözyaşı,ilk
kaybediş...Bütün bu ilklerle atarsın kendini sarı ışıkların beşiği, kalabalık
yalnızlıkların içine,İstiklal Caddesi'ne. Amaçsızca yürüye bileceğin yerlerden
biridir burası da. Kendini attın mı bir kez kalabalığın kollarına, o zaten
götürür seni gittiği yere. Ne soran olur sana istikametini, ne de bir tanıyan. Binlerce
yabancı yüz, hepsinde İstanbul izleri...
İstanbul'da yaşamaktan daha
güzeli, İstanbul'u yaşamaktır aslında. Deniziyle, tuzuyla, midye dolmasıyla
yaşamak. . . Bir kez ayak basan kopamıyor senden. Adımlarını saymayanı
atıyorsun uçurumdan. Tabiri caizse feleğini şaşırıyor insan. Karanlık yüzüne,
varoş semtlerine benzetiyorsun. Korkutucu ve sahipsiz. Tüm iyi niyetleriyle
sana koşar adım geleni ise basıyorsun bağrına. Öpüyor gözlerinden boğazın iyi
yakası dudakların. Bütün güzelliğini, ihtişamını paylaşıyorsun çıkarsızca.
Düşünüyorum da bu yazılan tarih, bu anlatılan hikayeler, efsaneler az bile
sana.
Üsküdar'da kayaların üzerine oturup
Kız Kulesi'ni izlemek bile yeter insana. Bakıp anımsarken bu genç kızın
hikâyesini, âşık olmak isteyişleri olursun birden. Eğer İstanbul yaşanacaksa,
tek bir yürekle yaşanmamalı. Birbirine bağlı iki yürek daha güzel yakışmaz mı?
Kemerburgaz gibi coşturmaz mı gönlünü? Ben İstanbul'da yaşayıp, İstanbul gibi
birini sevebilen insanlara hayranım. Yaşadıkları şehrin hakkını verebiliyorlar.
Denize anlatıp aşklarını temizliyorlar kirlenmiş Marmara'yı.
Hayata, insanlara, yıllara
hatta şehirlere rağmen sevebiliyor olmak güzel şey. İstanbul'da yaşamıyor,
hatta kısa süreli ziyaretler dışında hiç yaşamamış olsam da vazodaki gülü
kurumaya, mektupları hep kapanan valizime bıraktım. Haydi, topla saçlarını Kız
Kulesi, değmesin saçlarına rüzgâr. Ben de seviyorum İstanbul! Seviyorum,
saçlarından Boğazı'na kadar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder